23 Aralık 2013 Pazartesi

Öğrencinin Kışı


İyi akşamlar; 
Soğuk kış günlerinden birindeyiz.. Kar, yağmur sağ olsunlar bize kendilerini hatırlatıyorlar.. Gerçi hem karı hem de yağmuru çok severim ben. Ama bazen yorucu oluyorlar. Kışın özellikle hava çarpması diye bir kavram var. Hastalık gibi bir şey. Bu hava çarpması insanın başına geldiği zaman yorgunluğunuz ikiye katlanıyor. Baş ağrısı, uyuma isteği de cabası.. Ancak öğrenciyiz neticesinde; yorulmamamız şart! Çünkü o dersler zamanında yapılmak zorunda. Çünkü gelecek bizim omuzlarımız da vs. vs...
Biz de genç beyinler olarak bunun da yolunu bulduk Allah tan...
Nasıl mı? Anlatıyorum... Şimdi ilk olarak dışarıdan eve geldiğimiz de üzerimizde ki kaban+çanta+atkı+bot dörtlüsünden kurtuluyoruz. Zaten üzerimizden 10 kilo gidiyor bunları çıkarınca. Sonra odamızın kalın perdelerini çekiyoruz.( odanın ışıklarını açmadan odaya bir süre ışık girmemesini sağlıyoruz, bu yolla baş ağrısını dindiriyoruz) Ve daha sonra üzerimize en rahatından eşofman+ t-shirt+panduf üçlüsünü giyiyoruz.. Ya sonra? sonra, hızlı adımlarla mutfağa yöneliyoruz. Ve su ısıtıcısının tuşuna basıyoruz. Su kaynadı mı? gerisi tercih meselesi; cappucino olur, latte, sahlep, nescafe, sıcak çikolata ne istersen artık. İçtin mi bir kupa sıcak içeceğini karanlık odanda? Yarım saat kadar da dinledin mi kafanı? tamamdır oldu bitti... evet dersler beklemez.. Çalışmalar aksatmaya hiç gelmez..
Buyurun size öğrenci kafası... Artık neresinden alırsanız? Hem rahatlığı seven, fırsatını buldukça hazıra konmak için çabalayan ama o fırsat pek gelmediğinden genellikle her türlü işini bir gayretle yapmaya çalışan insana öğrenci denir. 
Herkes bu yollardan geçti belki ama biz (yeni nesil) birazcık farklı geçiyoruz galiba... Hayırlısı olur inşallah.. Ne diyeyim ki başka..
Yine ve yeniden başka konularda görüşmek, farklı bakış açılarımızla da buluşmak üzere... Hoşça kalın...

20 Aralık 2013 Cuma

BOBOP :)



Ne demek ki bobop? Bu soruları duyuyor gibiyim :) 
Ben küçükken acayip saf bir şeydim. Masum, kendi halinde, sevimli bir kız çocuğuydum işte.. Şimdi işler tersine döndü yaa neyse.. Ne ara bu kadar uyanık? Ne ara ağzı bu kadar laf yapıp, insanlara dünyayı dar eder hale geldim hiç hatırlamıyorum, emin olun :))
Neyse biz bobop'a gelelim. Bobop da benim küçüklüğümden kalma bir kelime. Ben çocukken bir de varlıklara kendimce isim takmayı severdim. Hep özgün oldum gerçi. Kelimelerde bile; uydurukçaydı belki ama özgündü :)
Efendim Bobop; tam olarak patlamış mısır demekti benim lügatimde :) Her ne kadar oyuncak ayıya verilmiş bir isim gibi dursa da.. bildiğimiz patlamış mısıra "bobop" derdim ben :) Sebebini de hatırlıyorum, mısırlar patlarken ki çıkan o sese anlam vermiştim kendimce.. Aslında yansıma sözcük gibi bir şeydi bu :)
Hatta ben hatırlamıyorum ama bizimkiler hep anlatır; beni bir gün halama bırakmışlar; ve bende halamdan "bobop" istemişim. Tabii halam bobopun ne anlama geldiğini bilmediğinden yaklaşık iki saat boyunca beni anlamaya çalışmış. Ama anlayamamış maalesef.. Taki annemler gelip bobobun ne olduğunu halama anlatana dek.. Halamı epeyce uğraştırmışım o gün istemeden...
Halen mısır patlattıkça gelir aklıma bobop kelimesi.. çocukluğum benim.. Belki de hayatımın en güzel günleri... Saflığın dibine vursam da çocuk olmak çok güzel.. çocukluğunu yaşayabilmekte öyle.. Çünkü geçmişten güç alır insan.. Çocukken yaşadıklarıyla şekillenir insan...
Bugünde geçmişimi su yüzüne çıkarttım. Bakalım daha neler olacak? Merakla bekliyorum..
Herkeslere hayırlı geceler... 

18 Aralık 2013 Çarşamba

Hayatımın İçinden..


Veee.. beennn :)) İyi geceler blogdaşlarım :)
Uzuun uzuun zaman sonra sizlerin yanınıza yine hiç beklenmedik bir anda geliverdim :) O kadar yoğunum ki, aynı anda o kadar çok şey düşünüyorum ki; o nedenle arada bazı şeyleri unutuyorum, kaynayıp gidiyorlar. Ama Allah tan daha sonra geliyorlar aklıma :)
Okul hayatı galiba beni en çok meşgul eden şey.. Halbuki son sınıfız. Bize derlerdi ki son sene; en boş sene olur; her şeye vakit kalır. Nerdeee??? Haftanın dört günü okula gidiyorum. kalan bir boş günümde de kursa gidiyorum zaten. Hafta sonu zaten; proje çalışma biraz da aileye vakit ayırmayla geçiyor. Bir de her gün iki öğrenciye özel ders veriyorum. Aslında yazınca çok şey yapıyormuşum gibi gözüküyor. Ama bence çok az şey yapıyorum. Mesela kendime vakit ayıramıyorum. Arkadaşlarımla görüşemiyorum. Kitap okumayı çok seven ben, kitap bile okuyamıyorum. Alış veriş yapamıyorum. Daha gitmek istediğim kurslar var ama maalesef yetişemiyorum. Sonra artık iş hayatına atılmak istiyorum. En azından stajyer olarak ama bunların hepsini yapmam için bir günün 48 saate falan çıkması lazım. O da hiç olmaz zaten  :)) Ben de işte elimden geldiğince kendimi avutuyorum. 
Amma da çok dert yandım sizlere; biraz da güzel haberler vereyim, inşallah yakında teyze olacağım.. Çok yakın bir dostum anne olacak inşallah. Bana öyle yakın birisi ki kardeşim gibi olduğundan ilk kez teyze heyecanını hissediyorum... Çok hoş bir duyguymuş açıkçası... Bir sürü hayal kurdurtuyor bana.. Bakalım; çook güzel olur sonu da inşallah..
Eee.. evet; benden bu akşamlık bu kadar.. Bir daha ki görüşmemiz ne zaman olur? Bilmiyorum ama belki yarın, belki yarından da yakın...
Ben kaçtım... Görüşürüz :))

8 Kasım 2013 Cuma

Hayal Penceresi

Uzun zaman görüşememiş iki dostun birbirlerini ilk gördükleri andaki gibi bende sıcak bir gülümsemeyle karşılıyorum sizi... Merhabalar...
Şimdi duruyorum. Ve hatta durduruyorum. sadece bir dakikalığına da olsa bunu yapıyorum. Yazdıklarımı, çizdiklerimi hepsini bir kenara bırakıyorum. Tüm çarpıcılığı ile yaşadığım her şeyi, elimle kenara itiyorum. insanların söylediklerini, onların hakkımda ne düşündüklerini falan hepsini..
Kendimi bırakıyorum okyanusun kıyılarına. Bende Pasifik'in maviliğinin bir parçası oluyorum. Rahatsız eden hiç kimse, hiç bir şey yok. Okyanustaki balıklar bile çekilmiş ayak altından. Sırt üstü uzanmışım okyanusa, gökyüzüne bakıyorum. Güneşin sıcaklığıyla içimi ısıtıyorum.. Sonra okyanus kıyısında ki küçücük tahtadan evime gidiyorum. Yorgunluğun getirdiği tatlı uykuyu yumuşacık yatağımda huzurla uyuyarak atıyorum. Uyandıktan sonra evimdeki kitaplığın önüne gidip, klasiklerden sevdiğim bir kitabı alıp dışarı çıkıyorum. Dışarıdaki hafif rüzgar yüzüme çarpıyor. Şalımın hafiften titrediğini hissediyorum. Oturuyorum evimin önüne ve dayıyorum sırtımı ahşap evimin duvarlarına. Uzatıyorum ayaklarımı.Ve mutluluğun derinliğinde kaybolup gidiyorum...
Projeler, ödevler, sınavlar derken onca işin gücün arasında kendimi rahatlatmanın en güzel yollarından biridir hayal kurmak. Sadece bir iki dakika bile sürse gerçek yaşamdan kopmak iyi geliyor. Tekrar kafamı toplayıp daha iyi çalışabilmek adına çok etkili bir işlem. Herkese de tavsiye ediyorum...
Not: Hayal kurmayı sahte bulanlar için söylüyorum, bilinçaltımız gerçek görüntüyle, beynimizde hayali olarak canlandırdığımız görüntüyü ayırt edemez. Bu nedenle de her güzel düşünce de insanı mutlu eder. Ve unutmayalım ki, hayaller elbet bir gün gerçek olur...

14 Ekim 2013 Pazartesi

Soru İşaretleri ???

Uzunca bir aranın ardından...


     Neydi beni bu kadar yavaşlatan? Neydi ki sevdiğim işleri unutturan? Yoksa gerçekten sevmiyor muydum? Sahi sevgi nedir ki? Sevgiye yüklenen anlamın bir ağırlığı olmalı mıydı? Yoksa sevgi kuş gibi hafif olunca daha mı rahat olurdu? 
    Beynimden geçen onlarca soru cümlesinin tam ortasında kaldım yine. Birini cevaplasam bir yenisi geliyor arkasından. Ben de kimi zaman bırakıyorum beynimdeki soru işaretlerini bir tarafa. Ve hayatın eğlencesini çıkarmaya çalışıyorum, dibine vuruyorum rahatlığın. Çünkü çoğu kez korkuyorum bir daha hiç rahat olamamaktan.
    Mantığımla hislerim yoğun bir savaş döneminde şu sıra. Kim kazanır bilmiyorum ama tam biri ötekinin sırtını yere vurmuşken vazgeçiyor öldürmekten.. Çünkü mantığımla hislerim öylesine iç içe girmişler ki mantığım hislerimi öldürürse biliyor ki kendinden de bir parça kopacak. Hakeza hislerim için de geçerli aynı tablo...
     İçi seni dışı beni yakar derler ya hani, ben de içi de dışı da yine beni yakıyor.. İçeride olanları yazdım işte.. Dışarıda olanlar ise... Benim dışımda gelişen yüzlerce olay, dönüyor dolaşıyor yine benim ayağıma dolanıyor. Ortada hiç bir şey yokken kendimi istemediğim bir olayın tam da ortasında buluyorum. Üniversite, aile, arkadaşlar, belkide bu dertlerin en büyük kaynağı. Hem ölesiye çok sevmek, hem de her şeye rağmen kopamamak... Nasıl bir şeydir bu Dünya???
     Yine girdim çıkmaz bir döngüye.. Dolambaçlı yollarda sorulan suallerin düştüm içine işte... Düşmemek için çırpınıyorum uçurumdan. Belki bugüne dek hiç düşmedim, bir şekilde yolumu buldum ya da bana bazen dert olan olgular elimi tuttular kimi kez ama uçurumdan da hiç uzaklaşamadım ki. Hep kenarındayım. Atılabilecek bir adımın nelere yol açacağını öğreniyorum o uçurumda...
Şimdi ise yine sıyırıp atmaya çalışıyorum bu düşüncelerimi. Çünkü çok özlüyorum mutlu yaşamayı. Gülmeyi, güldürmeyi. Sorularıma cevap bulamıyorum ama sevginin çok kuvvetli bir güç olduğunu biliyorum ve inanıyorum.. 
    Bayram geliyor, işte bu yüzden yaşanan kötü olayları unutmak en iyisi galiba.
   Uzun zaman olmuştu ya yazmayalı.. Hayat telaşesi falan derken gelemedim ki buralara.. Telafisi mümkündür ama inşallah.. Daha eğlenceli, güldürebileceğim yazılarımda buluşmak üzere...

7 Eylül 2013 Cumartesi

Bir Kahvenin Öyküsü


İyi Geceler;
Bir hikaye yazdım bugün gerçeklerden esinlenerek... 
Bir gün herkesin görevini tam olarak yerine getirmesi umuduyla...
Önce tohumdu o da her bitki gibi, toprağa düştü, büyümeye başladı. Üzerine yağmurlar yağdı. Güneş ışığını tüm benliğiyle sahiplendi. Fidan oldu, büyümeye devam etti. Köklerini saldı toprağın en derinlerine. Büyüdü, büyüdü... 3 yıl sonra kocaman meyve verebilen mis kokulu bir ağaç oldu. Meyvelerini verdiği gün başladı onun da gerçek hikayesi... İnsanlığa faydalı olmaya başladığı gün, onun günüydü... İnsanlar geldi meyvelerini toplamaya başladılar. Herkes payına düşeni aldı, nasiplerince faydalandılar o meyvelerden... Yıllar geçmeye devam etti. İnsanlar kahve ağacının çekirdeklerini her gün biraz daha sevmeye başladı. Bizim meyvelerle dolu kahve ağacının tohumlarını aldılar. Yeni kahve ağaçları yetiştirmek üzere elde ettikleri tohumları tekrar toprakla buluşturdular. Kahve ağaçları günden güne yayıldı. Her yeni tohum, yeni bir medeniyetle tanıştı. Kahve ağaçları tüm dünyaya yayıldı. Bu durumdan hem kahve ağaçları hem de insanlar çok memnundu. İnsanların hayatlarında kahve önemli bir yer tutmaya başladı. Kahve deyince keyif yapmak anlaşılır oldu.Tabii her yerde kahve ağacı yetişemiyordu. Kahve ağacının da kendine göre nacizane istekleri vardı. Bulunduğu ortam ne çok sıcak ne de çok soğuk olmalıydı. Bol bol yağmur suyuyla yıkanmalıydı. Ve her canlı gibi o da sevgiyle okşanmalıydı... Zaman biraz daha akıp geçti insanoğlu her geçen gün daha da nankörleşti. Birileri başkalarının keyifle kahve içmesini çekemedi. Bencilliği ve kini tavan yapmış durumda olduğundan gücünü kullanmaya karar verdi. Halbuki kendi son model konforlu koltuğunda ayak ayak üstüne atarak, kahvenin her yudumunun tadına varıyordu. Dünyada ki her şeyi kendinin olsun istiyordu. İnsan gibi yaşayan birilerini görmek onu çıldırtıyordu adeta. Kararını verdi, kahve ağaçlarının yetiştiği yerdeki insanlara eziyet edecek, o zavallı insanları yerinden yurdundan edecek böylelikle kahvenin tek sahibi olacaktı. Bu hırs ve düşüncelerle önce en zayıf kahve ülkelerinden biri olan Myanmar, Arakan da bulunan müslümanları korkutmaya başladı, zulüm yaptı onlara. Yakıp yıktı evlerini... Ancak unuttuğu bir şey vardı zalimin; bu dünya kötülere kalmayacaktı. Arakan da ki zulme şahitlik eden kahve ağaçları da aralarında fısıldaşıyorlardı. Bu fısıldaşma yüksek bir sese dönüştü ve dünyada ki tüm kahve ağaçları duydu bu zulümü. Ağaç deyip geçmeyin, netice de o da canlı. Ve hatta nankör insanın aksine Rabbine hep zikredici bir halde... Önce Arakan da ki ağaçlar kurumaya başladı. Sonra Arakanda ki ağaçların kurumasına üzülen diğer kahve ağaçları bıraktılar kendilerini... Kahve ağacı da olsa sevgi ister, dayanamaz kendine yüzlerce sene vefayla bakan insanların ölmesine... Zalimin öfkesi had safaya çıkmıştı. Kahve ağaçlarının kurumasını düşünememişti çünkü. Kahve ağaçlarının kurumasını, zulüm yaptığı insanlardan sebep bildi. Ve zalimliği daha da şiddetlendi. Kahve ağaçları kurumaya devam etti, bir zalimin zulmünü görmektense ölmeyi tercih ettiler... Zalim, Arakan da ki kahve ağaçlarının kurumasını bir kenara bıraktı ama dünyada ki diğer kahve ağaçlarının kurumasını zalimin aklı almadı. Kahve ağaçlarının kuruması demek; kahvesini içemeyecek, dört köşe keyfine keyif katamayacak demekti. Elini çekmeye karar verdi Arakan dan. Onlarla işi bitmişti, hedefine ulaşamamış aksine elindekileri kaybetmeye başlamıştı. Ama olan Arakan da ki o insancıklara olmuştu. Elbette bu yaptığı zulmün cezası ağır olacaktı... Zalimin parası çok olmasına çoktu da para ancak bu dünyada geçerli idi. Zalim bunun da farkında değildi elbette. Şimdi de parasıyla başladı kahve ağaçlarını iyileştirmeye. Ama kahve ağacı bu; en az 3 sene ister meyve vermek için. Sabırdan yoksun olan zalim 3 sene beklemeyi içine sindiremedi ve kahve ağaçlarının en hızlı şekilde büyümesi için yapay ilaçlar verdi onlara. Doğallığını bozdu, genetiğiyle oynadı. 3 seneyi 3 aya indirmeyi başardı. Ancak yine unuttuğu bir şey vardı. İçtiği kahveler artık fayda yerine zarar verecekti ona. Nitekim çok geçmedi, önce obeziteye yakalandı. İnsanların içine çıkamaz oldu. Sonra hareket dahi edemez oldu. Yardımlaşmak nedir bilmediğinden kimsede yanına gelmedi. İğrenç bir şekilde de öldü gitti, komşuları günler sonra evinden gelen kokudan farkına vardılar öldüğünün. Komşuları polis çağırdılar evine, polis bile pisliğinden, kokusundan taşıyamadı zalimi... Son mekanı parçalanmış bir halde çöp konteynerinin içi oldu... İşte kibrinden gözü dönmüş olanın sonu...Eden bulur demiş atalarımız. Kendi etti, kendi de buldu layığını. Arakan da ki müslümanlar şehit oldular. Cennet'e gittiler. Peki kendisi nereye gitti??? 
Kötülüğün sonu yok; herkes yaptığı hatanın cezasını çeker...
Son olarak bugünlerde Mısır da ve Suriye de de kahve ağacının öyküsünde olduğu gibi zulüm görüyor müslüman kardeşlerimiz. Filistin de hakeza öyle. Ama bu hikayenin sonu da belli. Elbet zalim bir gün görecek cezasını.. Bize düşen görevde dua etmektir...
Evet, ağır bir hikaye oldu belki ama kimi zaman gerçekleri görebilmek adına böyle hikayeleri de okumak gerekir... Görüşmek üzere...

1 Eylül 2013 Pazar

Hepi Börtdey :))


     İyi Geceler...
     Günlerdir meşguliyetten dolayı bloguma bir türlü yolum düşmedi. Aslında hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum, pek bir değişiklik yok. Gerçi dün benim için çok önemli bir gündü. Çünkü benim hayat dostumun yani ablamın doğum günüydü. Son bir kaç gündür 31 Ağustos tarihi için hazırlık aşamasındaydım. Zaten yoğun bir iş temposuna sahip olan ben bir de araya bu doğum günü işini sıkıştırınca hiç vaktim kalmadı blog yollarında takılmaya...
     Aslına bakarsanız doğum günü çocuğumuzun :)) özel ricası üzerine aile arasında sade bir kutlama yaptık. Ama işin en zor kısmı hediyeyi yapmaktı. Hediyeyi yapmak diyorum çünkü bu sefer gidip parayla satın alınabilecek kadar kolay bir hediyeye kaçmak istemedim. Gerçi ben hediye seçerken de çok zorlanırım ama neyse o konuya girmeyeceğim :)) Hayatımda bulunan bu özel insana çok özel bir hediye vermeliydim. Parayla satın alınamayacak kadar özel olmalıydı. İşte bu düşünce beni komple ele geçirdi ve bende sıvadım kolları, başladım hediyemi hazırlamaya...
   Beynimdekileri gerçek hayata geçirebilir miydim? bilmiyordum ama işe bir yerlerden de başlamam gerekiyordu...
     İlk olarak evdeki albümlere bakmaya başladım, ablamla ilgili olan ilk doğduğu günden bu güne kadar olan binlerce resme baktım. Evet cidden binlerce resme baktım. Çünkü babam sağ olsun küçükken bizi saniye saniye görüntülemiş. Daha sonra babamın fotoğraf çekme sevdası bana geçmiş olacak ki, üstüne birde benim çektiğim fotoğraflar eklenince binlerce fotoğraf olması çok normal ve sıradan bizim ev için :)) binlerce fotoğraf arasından kız kardeşime ait olan en komik, en manidar, en tatlı fotoğrafları çekip çıkardım. Sonra toplu aile fotoğraflarımıza baktım. Kafamdaki tasarım için en uygun olanları albümlerden tek tek çıkardım. 
    Tabi ki iş albümlerden fotoğraf çıkarmakla bitmedi bütün "olabilir" dediğim fotoğrafları bilgisayarıma tek tek taradım... Tarayınca iş bitti mi? Hayır... Taradığım resimler güzel bir photoshop programına soktum. Kesme işlemleri, rötuşlar, renk ayarları yapıldı. Fotoğraflara yazılar eklendi. Komik bulduğum fotoğraflara konuşma baloncukları konuldu ve baloncuklar esprili bir dille dolduruldu :))
      Bu arada bu işlemlerin hepsini ya ablam evde yokken ya da gece yaptım. Ablamdan gizli saklı iş yapmaktı belki de beni en zorlayan kısım :)
     Fotoğrafları hallettim bir de ablacığım için ona olan duygularımın küçük bir kısmını anlatan bir video çektim. Eveettt.. fotoğrafları hallettim, videoyu da hallettiğime göre artık kısa filmimin taslak kısmı hazır sayılırdı. Tek eksik fon müziğiydi. Fotoğraflara göre üç farklı fon müziği kullandım. Son olarak fotoğrafları istediğim sıraya soktum arkalarına fon müziğini de ekledim. En sonuna da videoyu koyup; windows media player a izlenebilecek yedi dakikalık kısa film çalışmamı tamamladım...


     Filmimi CD ye kopyalayıp, CD nin üzerine bir kaç küçük not düştüm ve en sonunda kurdele ile paket edip; ablamın sabahleyin görmesi için masasına bıraktım. 
     Bu film için son gece saat 03.15 e kadar çalıştım. İçimde ki "yetişemeyebilir" endişesine yenilmedim. Ben çok mutluydum, inşallah ablamda beğenir umuduyla yatıp uyudum..
     31 Ağustos sabahı ablam benden önce uyanmış, filmimi izlemiş.. Ben uyanınca önce sımsıkı sarıldık birbirimize sonra kutladım doğum gününü. Bana "hediyen güzel olmuş, gözlerimden yaş getirtti" dedi. ben de "Seni ağlatmak istemezdim ama beğenmene çok sevindim" dedim.. Sonrasında annemler hediyelerini verdi, pastayı kestik vs. 


     Ben görevimi tamamlamıştım. Başka bir sürü kutlayanlar oldu ama bu doğum günü en özelini ben yaptım galiba :)) Şükürler olsun ki mutluyum.. Daha ne diyebilirim ki...
     Biraz uzunca olan bu yazımda umarım sizler de okurken eğlenirsiniz...
     Sağlık ve muhabbetle kalın...






23 Ağustos 2013 Cuma

Küçük Dokunuşlar


     Selam :)
    Akşam üzeriydi, kapı çalındı. Gittim kapıya doğru, kapının dürbününden baktım. Karşımda 10 yaşlarında küçük bir kız çocuğu belirdi. Beynim "tanıdık bu çocuk, açabilirsin kapıyı" diye komut verdi. Kapıyı açtım ve gülümsemeye başladım. "Zeynep Abla bunu annem size gönderdi" dedi cılız ve çekingen bir sesle küçük kız. Tabağa baktım, gözlerim kamaştı ama kendimi daha fazla kaybetmeden toparladım ve teşekkür ettim, "içeri gelmez misin?" diye de sordum tüm misafirperverliğimle. "Annem bekliyor, teşekkür ederim" diye cevap verdi bizim kibar komşu kızı, sonra da "Hoşça kalın" dedi ve asansöre binip gitti... Yukarıda gördüğünüz resim ikindi sularında bizim için komşumuzun getirdiği o tabak işte. Kaseyi aldığım gibi odama kaçırdım. Annemlere henüz göstermedim. "Bu benim kısmetimmiş. Eğer başka bir tabak daha gelirse o da sizin olur demeyi düşünüyorum." Aslında hep paylaşımcı bir insan oldum ama işte açken ben, ben değilim. :) Şaka bir tarafa, ne güzeldir komşuluk ilişkileri. Kaç tane var ki böyle tatlı komşu? Küçük hediyelerle mutlu olabilmek, birilerini sevindirebilmek hayatta ki en değerli varlıklarımızdan biri olduğunu düşünüyorum. Hem atalarımız ne demiş "Ev alma komşu al" demiş. Daha bu sözün üstüne de ne denir ki zaten? Ben kaçayım ufaktan ufaktan. Beni bekleyen bir kase dolusu kurabiye ve türevleri varken, onları yemek için vakit kaybetmeyeyim :))
     Yine ve yeniden görüşmek üzere...

22 Ağustos 2013 Perşembe

Baş Ağrısı, Yorgunluk Ve Ben

     Yorgunluktan çökmüş durumdayım. Halen içeriden bana sesleniyorlar. Bırakın ya bende bir gün sinirleneyim, bağırayım, hüngür şakır ağlayıp içimi boşaltayım. Bazen öyle zamanlar oluyor ki robot muamelesi görmekten nefret ediyorum. "Zeynep nasıl olsa alınmaz" diye düşünen bir grup azınlık var çevremde. bırakın bir gün de benim problemlerimi çözelim. Bir gün de benim dediğimi kabul edin. Benim önem verdiklerime önem verin, ben dünya hayatını hiç önemsemezken beni önemsemediğim için yargılamayın. Ve beni önemsetmek için zorlamayın. Bir gün olsun siz empati kurun. Benim önemsediklerim ve yapacağım işler sizin istedikleriniz olmak zorunda değil. Kabul edin artık bunu. Kendilerini dünyanın merkezinde zanneden, hep kendini haklı bulan maalesef ki kendilerini gereksiz görmeme sebep olan o kişilere söylüyorum, halim selim biri olan beni bile çığırından çıkarmayı başardınız. Küçük şeylerle mutlu olan beni; ben olmaktan çıkardınız. İçimden gülmek bile gelmiyor artık. Yoruldum hem de çok yoruldum. Yeter artık bırakın beni. Çok kaba bir söz var ama çok doğru aslında "Ayı yavrusunu severken öldürürmüş" diye. Fazla sıkarsan öldürürsün. Fazla özgür bırakırsan da uçar gider. Orta yolu bulmak çok önemli. En nefret ettiğim şey; birilerinin oturduğu yerden hayatıma karışması. Ama az kaldı, bir sabah kalktığınızda ben olmazsam eğer, şaşırmayın. Çekip gidesim var uzaklara, hem de çok uzaklara...
     Şimdi yazarken bile rahatlıyorum aslında. Belki de bilinçaltım beni rahatlatmak için elinden ne geliyorsa yapıyor. Yazmak, satırların içine karışıp gitmek, edebiyat yollarında eriyip kaybolmak. Belki de bu günlerde en çok ihtiyacım olan şey..
     Neyse gitgide rahatlıyorum galiba, hatta yukarıda bazı yazdıklarımdan pişman bile olmaya başladım diyebilirim. Ne onlarla yapıyorum ne de onlarsız. Ben böyleyim galiba, sevdim mi çok seviyorum. Sevdiklerim beni üzünce dengesizleşiyorum. Yapmayın bunu bana lütfen, dayanamıyorum...


    Bir giriş cümlesi bile olmadan, aklımdan ilk geçenleri olduğu gibi klavyenin tuşlarına yansıttım. Bugünlere dedim ya mutsuzum diye, tek tek patlak verdiğini hissediyorum problemlerin. Yazdıklarım asla isyan değildir yanlış anlaşılsın istemem. Sadece birazcık beklenti ve bir parça da ricadır...
  Bu sıra beni böyle kabul edin artık. İnşallah bir gün içten güldüğüm o günlerde yeniden buluşabiliriz... Şimdilik hoşça kalın...

15 Ağustos 2013 Perşembe

Zaman Geçip Giderken...

     


       İyi Geceler;
    Keyifsizdim bir süredir, zor oldu üzerimden mutsuzluğu atmak. Ama Allah' tan her gün yeni bir gün doğuyor. Umutlar, sevinçler her gün biraz daha yeşerebiliyor. Düşüncelerimin içine zamanla olgunluk tohumları düşüyor. Zaman geçtikçe fikirlerim "insan hayatta her şeyi yaşayabilir" ilkesini beynime çivi gibi çakıyor... 
     Neredeyse iki hafta oldu yazamayalı; dediğim gibi her gün biraz daha toparlanmaya çalışıyorum. Eskisi gibi yüzüm ne zaman heyecanla güler bilmiyorum ama, her gördüğüme, her yaşadığıma alışmaya çalışıyorum. Önceden olanları değiştirebilirim zanneden ben, artık elimi bile sürmüyorum. Geleni kabul ediyorum. Gidene eyvallah diyorum. Olmayacak şeyler için heveslenmiyorum, hatta hayal bile kurmuyorum...
     Elimizden akıp giden kum taneleri gibi zaman geçiyor. Yaşadığımız her dakika geride kalıyor. Akrep ve yelkovan sürekli hareket ediyor. Güzel anıların hiç bitmemesini, hep taze kalmasını, istemediklerimizin ise dalgalar kadar gelip geçici olmasını istiyoruz. Oysa ki iyi ya da kötü geçirilmiş 10 dakika, dünyanın her yerinde 10 dakikadır. Yani öyle ya da böyle geçip gider. Sadece duygularımızdır yaşadıklarımızı seyrelten ya da yoğunlaştıran. Gerektiği yerde duygularımızı  da köreltmeliyiz. Maalesef ki her yere yetişemeyiz, yardıma ihtiyacı olan herkese el uzatamayız. Bir şeyleri başarabilmek için öbür şeylerden feragat etmek zorundayız. Üzülerek söylüyorum bunları ama birilerinin gerçekleri söylemesi gerektiğini savunuyorum. Maalesef dünya hayatı toz pembe değil...
      Şimdi beynim tüm bu düşüncelerle kavruluyor. Galiba her geçen gün biraz daha pişiyorum. Kısık ateşte, yavaş yavaş tadını ala ala pişiyorum...



2 Ağustos 2013 Cuma

Ya Ben Ya Da O

     
   
    Tercihler vardır hayatta. Kimisi istenerek yapılırken bir çoğu istemeden yapılır aslında. Tercih, seçim yapmaktır. İki nesne arasından birinde karar kılmaktır. Tercihleri karşımıza hayat çıkarır ve bunlardan kaçış yoktur. Birini seçmek zorundasınızdır. Doğru ya da yanlış birini...
      Karar verirken, nelere dikkat eder ki insan?
     Geçmişten bugüne kadar nasıl bir hayat sürdüğüne bakarak, mantık ilkeleri doğrultusunda mı karar verir? Yoksa kalbinin ve hayallerinin mi sesini dinler? Bence kalbinin sesini dinlemeli insan. Çünkü karar vermek, yeni bir yola girmektir. Yeni yola girmekte yeni bir hayata yelken açmak demektir. Herkesin yürüdüğü bir yolda duramazsınız. Genel geçer kuralları görmezden gelemezsiniz. Adımlarımızı ileriye doğru atmak zorundayızdır. Ya yanlış adımsa? diye düşünmek bizi sadece yavaşlatır. Geçmişin tek anlamı vardır; o da ondan ders çıkarmak. Ne de olsa gelecek olan her saniye geçmiş olmaya mahkumdur. Geçmişte takılı kalmamak gerek. Sana çelme takanları unutmak gerek. Çünkü kin tutmakta yavaşlatır; seni sen olmaktan çıkarır. Ruhunu ele geçirir...
     Her doğru aldığın karar da yolun daha da zorlaşabilir, dikenler çıkar yolda. Dümdüz yol, kendini engebeli dağlara bırakır. Engebeyi aşmaktır daha da önemlisi. Dağı tırmanmadan zirveye ulaşamazsınız. Bilgisayar oyunlarında ki level atlamak gibi düşünün bu işi. Her level daha zordur, ama bir o kadar da heyecanlıdır. Zor bir sınavı atlattığımızda kolay sınavların hiç biri size keyif veremez olur, sizi tatmin edemez. Neden? Çünkü öyle olaylar görüp geçirmişsinizdir ki, kolay kelimesinin anlamını unutalı çok olmuştur.Acı yemeği çok sevdiğinizi ve her gün acı biber yemek istediğinizi düşünün. Zaman içerisinde ağınız yediğiniz acıya alışır ve acı eşiğiniz yükselmeye başlar. Yediğiniz biber size tatlı biberden farksızdır. Acı yemekte istiyorsunuzdur, o zaman ne yaparsınız? Acısı daha çok olan biberler yemeğe başlarsınız. 
     Peki, en acıya ulaşıldığında, yani zirveye ulaştığımızda? Onu da zamanı gelince söylerim derdim ama bu cevabı saklayacak kadar ketum değilim. Zirveye ulaşan henüz görülmedi arkadaşlar. Evet, doğru okudunuz zirveye ulaşan olmadı. Hepimiz insanız çünkü, hata yaparız. Atalarımız ne demiş? "İnsan, beşer. Kuldur, şaşar"...
     Bu kadar felsefik bir yazının ardından ne denir ki? Haydi iyi geceler...

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Misafir Dediğin Böyle Olur

     Temmuzun son gününe selam çakar, ağustos ayına da kucak açan ben herkese mutlu geceler dilerim :)
     Bugün biz yine misafir ağırladık. Diyeceksiniz ki, dünden sonra nasıl cesaret ettin misafire? Valla bugün ki misafirlerim dertsiz insanlar olduklarında hiç zorlanmadım. Annemlerle iş bölümü yaptık; temizlik bana ait, yemeklerde annemlere. Aslında yine zor olan kısım bana kaldı. Çünkü dün ki misafirin arkasını toplamak oldukça zordu. Annem "bütün evin temizlenmesi lazım" dedi ve iş başa düştü. Gerçi annem de haklıydı. Dün ki veletler halılara yiyecekleri yapıştırdıklarından halılar dahil bütün evi elceğizlerimle sildim, süpürdüm. Salonda ki koltuk takımlarının oymalarına kadar ince ince toz aldım. Bir de bugün iftara benim kankalarım davetli olduğundan ev işi yaparken bile gayet mutluydum. Tüm temizliği yaptıktan sonra, evi tertemiz gören annem çok mutlu oldu ve bana "Zeynep, sen hep çağır kızım arkadaşlarını" dedi. Çünkü biliyor ki arkadaşlarım gelince ben temizliğe çok titizleniyorum :)
     Temizliği bitirdik, annem de sağ olsun yemekleri ayarladı. Ablam salataları falan. Babam bile çiğ köfte yoğurdu. Herkes benim misafirlerim için çalıştı. Ortaya nihayet müthiş bir masa çıktı. Aslında masanın fotoğrafını çekeyim dedim ama yemek öncesi açlıktan aklıma gelmedi. Yemek bitince "Aaaa.. dedim ben masanın fotoğrafını çekecektim" Allah'tan iftariyeliklerden oluşan tabağın fotoğrafını önceden çekmiştim :)



     Yemeklerde hazırlandı. Dolabımın önüne geçip "ne giysem acaba?" faslını da atlattıktan sonra şükür hazırlanmayı başardım. Ve benim tatlı mı tatlı, hanım hanımcık arkadaşlarım geldi... İftara kadar önce biraz sohbet ettik, sonra yemeğe oturduk. Güldük, eğlendik. Vakit su gibi akıp geçti, hiç anlayamadık. Doyamadım ben yine arkadaşlarıma. Artık bir daha ki buluşmaya...
     Misafirler gitti, şöyle bir eve baktım. Ev tertemizdi. Ortalıkta toplanacak bir şey yoktu, çünkü benim arkadaşlarım bana o kadar çok yardım etmişlerdi ki, sofrayı toplarken. Bende dünden sonra garip bir psikoloji oluşmuş olacak ki gözlerim dağınık bir yerler arıyor. Gözlerim sanki hiç kullanılmamış gibi temiz görünce salonu çok mutlu oldu. İşte dedim içimden, misafir dediğin böyle olur. Ev sahibine yük olmayan insana misafir denir. Anneme de dedim ki en son "Anne, bu salon hiç temizlik yapmadan bir grup misafir daha kaldırır, haberin olsun"... :))
     Haydi bakalım bu gecelikte bu kadar, görüşmek üzere...

30 Temmuz 2013 Salı

Misafir Ağırlamak

      

      En tatlı gülümsememle iyi geceler diliyorum :)
    Misafir ağırlamak üç temel kurala dayanır. Saygı, muhabbet ve kibarlık. Bu kuralları yazmak kolayda uygulamak için, sağlam bir psikoloji gerekli. Neden yazdım bunu? İşte aşağıda açıklaması;
    Bugün öğlen saatlerinde uyanan ben, kalktığımda gördüm ki evde hummalı bir çalışma var. Ne için bu telaş? diye düşünmeye kalmadan iftara misafirimiz olduğu geldi aklıma. Nedense beynim unutmak istemiş :) Hoş, ben nedenini biliyorum, çünkü başıma gelecekleri tahmin edebiliyorum. Daha kalkar kalkmaz, afyonum patlamadan; içeriden annemle ablamın benimle ilgili konuşmalarını duydum mesela. Annem; Ne iş kaldı geriye? dedi ve ablamdan cevaben şunları söyledi; Zeynep toz alacak, Zeynep salatayı yapacak, Zeynep şerbeti yapacak bir de Zeynep ekmek alacak. Eee.. Pardon da ne iş kaldı geriye? Bütün işleri bana yıkmış uyanıklar. Nerelere gidem? Neyse Ya Allah Bismillah dedim ve başladım bana verilen görevleri yapmaya. Yetiştirdim bütün işleri. Anneciğimi de memnun ettim. Ve akşam saat 20.00 sularında yavaş yavaş misafirler akın etmeye başladı. Sürekli olarak çalan bir zil sesi hatırlıyorum, zil çaldı da çaldı, bitmek bilmedi adeta. Ne kalabalık misafirdi, biz sadece salonda ağırlarız misafirleri diye düşünürken bir anda evimizin tüm odaları işgal edildi. Kendi odam, oturma odası, banyo hatta balkon bile. Neye uğradığımızı şaşırdık. Ne kalabalıkmış ama. Bir de bir sürü çocuk vardı içlerinde. Her birinden ayrı bir ses çıkıyor. Biri "ben o bebekle oynicam" diyor, öbürü "ben oynicaamm" diyor sonra kavga çıkıyor. Ağlayan ve bağıran bir sürü velet ortada geziniyor. Annesi çocuğa yemek yedirmeye çalışırken, çocuk "ben yemicem" diyor ve çocuk yemeği döküyor. Haydiii, tabi temizleme işi yine bana kalıyor. Ve misafirlerimize de son derece kibar bir şekilde "olsun canım sağlık olsun, çocuk bu olur böyle şeyler" gibi cümlecikler kuruyorum. Ama içimden "Allah'ım bana sabır ver, şu geceyi sağ salim bitirmeyi nasip et" diye dua ediyorum... O hengame daha ne kadar devam etti tam hatırlamıyorum ama bir ara bir baktım. "Biz müsaadenizi isteyelim" gibi cümleler kurulmaya başlanmış. İçimden sevinç çığlıkları atmak gelse de dışımdan "Aaaa.. daha erken, biraz daha oturun, çayımız var, bir bardak daha buyurun lütfen" gibi cümleler kurmaya devam ediyorum. Çok iki yüzlüce bir davranış biliyorum ama bazı misafirler vardır ki....(bu cümlenin devamını kuramayacağım, o derece yani ) Şükürler olsun ki, geceyi kazasız belasız atlattık, en son hatırladığım misafirler gittiğinde ben yerleri öpüyordum, sonrası yok zaten :))
     Allah'ım ben misafiri severim aslında, misafir evin bereketidir hatta ama bazen dayanamıyorum işte. Ne olacak bu halim hiç bilmiyorum, inşallah daha dayanıklı bir insan olabilirim...
     Şimdi ise bir misafir alayını daha atlatmanın mutluluğu içinde sırıtaraktan klavyenin tuşlarıyla olan bağlantımı kesiyorum. Bu saatte kalkıp işe gidenlere, hayırlı sabahlar dilerken benim gibi birazdan uyuyacak olanlara iyi uykular diliyorum. Görüşmek üzere, esen kalın....

27 Temmuz 2013 Cumartesi

My Name İs Khan




      İyi Geceler; 
    Bugün iftardan sonra oturdum ve nice zamandır izlemek istediğim o filmi izledim. Film mi hangisi? My Name İs Khan. Film etkileyiciydi ama bence hataları vardı. Çünkü bir müslümanın yaşayış tarzını doğru lanse edilmediğini gördüm. Bu nedenle başarılı demeyeceğim ama bu demek değil ki beğenmedim. Konusu gerçekten hoşuma gitti. Daldan dala yazmaktansa en iyisi ben ayrıntısıyla anlatıp eleştireyim ki şu filmi içim rahat etsin.
     Film öncelikle bir Bollywood filmi, hint yapımı yani. Filmin yönetmeni Karan Johar, başrol oyuncuları ise hint filmlerinin ünlü ve başarılı simalarından olan Shahrukh Khan ve Kajol. Oyuncuların performanslarıyla ilgili pek bir eleştiride bulunmayacağım, zaten oyunculukların da her geçen gün başarıya doğru ilerleyen isimler. Biz filmin konusuna gelelim. Film, 11 Eylül saldırıları sonucunda bir dönem müslümanlara terörist gözüyle bakan Amerikalılara, aslında müslümanların terörist olmadıklarını aksine dürüst ve sözünde duran kişiler olduklarını ispatlama çabasını anlatmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu konu orijinal bir konu ve ilgi çekici. Doğru bir örgü içerisinde işlenirse çok yararlı olacağına da inandığım bir konu. Ama ne yazık ki, film boyunca gördüğüm hatalar, beni bu filmden soğuttu. Müslümanlığın bozuk bir şekilde gösterilmesi beni üzdü. Madem bir müslümanın hayatı anlatılıyor o halde en doğru şekilde izleyiciye aktarılmalıydı. Keşke filmin yönetmeni bu filmi çekerken müslümanlığın ne demek olduğunu doğru kitaplardan okusaymışta filmi öyle çekseymiş. Filmin en büyük hatası buydu diyebilirim. Bu hata küçük gibi gözükse de aslında büyük bir hata. 
Filmdeki zaman akışı başarılıydı. Şimdi hangi tarihe geçtik? Gibi bir soru uyanmıyordu insanın aklında. Çekilen sahnelerde kullanılan görseller ise etkileyiciydi. Shahrukh Khan da otist rolünü başarılı oynamış, Kajol aslında bana hep soğuk biri gibi gelir ama duygularını mimiklerine yansıtmayı başardığından dolayı fazla kötü eleştiriyi hak etmiyor. Filmin sonu da mutlu son zaten; Obama, Amerika devlet başkanı olur olmaz bizim Khan'ı bütün bir halkın önünde dinliyor ve müslümanların elbette ki terörist olmadığını anlıyor.
     Son olarak, bu filme imdb 10 üzerinden 7,5 vermiş. İmdb nin aslında puanlamasına güvenirim. Hatta bu film bir çok yerden ödül bile almış. Ancak benim incelediğim bu hususu imdb nin ve diğer ödül verenlerin dikkat etmiş olacağına hiç sanmıyorum. Aslında ben beğenmediğim o sahneleri kafamdan attığım zaman 10 üzerinden 9 bile veririm bu filme. Ama dediğim gibi beğenmediğim o sahneleri atmak şartıyla. Yoksa bir izleyici olarak değil benden puan almayı kaale almamı bile beklemesin...
   Değişik bir yazı oldu farkındayım ama umarım beğenirsiniz. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere, hoşçakalın...

26 Temmuz 2013 Cuma

Mağdur Ben

     Hayat ağacından bir yaprak daha düşerken herkeslere iyi geceler dileyerek başlamak istiyorum yazıma (çok mu edebi oldu ne? :))
     Bugün evdeydim, gittiğim tek yer marketi saymazsak :) Hoş zaten bu sıra orucu uykuya tutturduğumdan ötürü uyandığımda pek dışarıya çıkıp gezmeye ayrılacak bir vakit kalmıyor maalesef. Mesela dün gece daha doğrusu sabah 06.00 sularında yattığımdan bugün öğlen saat 16.00 a geliyordu ben yataktan kalkarken. Aslında bu kötü bir alışkanlık. Kendimce karar almıştım, bu sene "geç yatıp geç kalkmak yok" diye ama benim karar yalan oldu galiba. Gerçi gece vakti takılmak da ayrı bir zevkli şimdi. Ev sessiz; kimsecikler işine gücüne karışmazken pek bir rahat oluyor şimdi :) 
     Üzerinize afiyet, bu havada hasta olmayı başarmış bulunmaktayım. Nasıl becerdim bilmiyorum ama grip oldum galiba. Sanırsam millete çok hava atmaktan geldi bu başıma, "bana klima çarpmaz" diye diye nazar mı ettim kendime nedir? Klima bana çok pis bodoslama girdi. Kendimi "sümüklü prenses" gibi hissediyorum. O nedenle kelimeler pek dökülmüyor ağzımdan. Beni bu günlük böyle idare ediverin. Başka bir zaman telafi ederim inşallah... Görüşürüzzz....

25 Temmuz 2013 Perşembe

İfritsin Trafik

       Günün ilk ışıkları henüz sızmadı pencerelerden ama yine de hayırlı sabahlar...
       Sahuru bitirdik, mideleri şişirdik. Şimdi yediklerimizi ve yaşadıklarımızı hazım etme zamanı... Yaşadıklarımızı dedim çünkü sebebini birazdan açıklayacağım...


       Evet resimden de anlaşıldığı gibi bizim ailecek ifrit olmamızın asıl sebebi İstanbul Trafiği. Biz bu akşam Beylikdüzünde bir iftara davetliydik. Dönüşte normalde 20 dk süren yol; güya Küçükçekmecede ki yol çalışması nedeniyle tam 100 dk sürdü. El insaf be kardeşim, gecenin bu saatinde bu trafik neden? Yol çalışmasından kasıt, yolu kapatmaksa eğer; tebrik ederim bu konuda gerçekten çok başarılılar. Onun dışında da bir icraat yok zaten. İki levha konulmuş, bir de araba var, üzerinde de amcanın biri oturuyor, o kadar. Hani nerede bu çalışma? Sormak istiyorum o amcaya. Acaba koca yolu tek başına mı yapıyor? Yoksa arabanın tepesine oturup, İstanbul trafiğinden bezmiş insanları izlemek çok mu zevkli? Anlamaya çalışıyorum, empati kurmak için yırtıyorum kendimi ama benim sabır sınırımda bir yere kadar... 
      Uzun lafın kısası odur ki; ben çok üzülüyorum, bu iş yapmayı bilmeyen insanlara. Mübarek Ramazan günü o kadar insanın ahını alınca nasıl kurtulacak bu yükten? Arabalar da yaşlısı var hastası var. Yazık ya cidden çok yazık...
        Daha çok şeyler yazardım ya bu konuyla alakalı, neyse susuyorum, sustum...

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Film Keyfi

       Merabayııınn (Bir dizi karakteri vardı, o böyle söylerdi :))
       Ramazanın ilk yarısı bitti bugün. Teravihte okunan Merhaba Ya Şehrr-i Ramazan yerini Elveda Ya Şehr-i Ramazana bıraktı. İçim buruktu biraz, henüz hasretine doyamadan Ramazanın yarısı bitti bile..
    Bugün evimizde annemin mutfağında iftara davetliydik; Valideciğim sağ olsun, sevdiğim yemeklerden yapmış. Aslında babam dışarıda yemeği teklif etti ama ben annemin yemeklerine kıyamadığımdan "bugün evde yiyelim" dedim. Her ne kadar dışarıda yemeği sevsem de sevdiğim ev yemeklerinin yerini hiç bir şey tutmaz...
      Yemeğimizi yedikten sonra da herkes odasına çekildi... Gece saat 00.00 sularında ise canım çok çekti ve kalktım kendime mısır patlattım, en güzelinden. Patlamış mısır makinasının üzerinde her ne kadar da "DO NOT USE OİL" (yağ kullanmayın) yazıyorsa da her zaman ki gibi yağlayıp, tuzladım :) Sonra yanına bir de gazoz açtım. O ilk kapağı açarken ki "cıksss" sesi ve yüzüme karbondioksit gazının çıkışıyla (hani kimyageriz ya illa ki artistlik yapacağız :)) birlikte sıçrayan damlacıklar. Çok hoş esintiler bunlar... Mısır tamam, gazoz da tamam; o halde gelsin benim filmim; "3 İdiots." (Üç Aptal) Bu filme bayılıyorum, daha önce bir kaç defa izledim aslında ama çok beğendiğim sahnelerini ara ara açıp izliyorum. Tabii bu arada herkese de tavsiye ediyorum. Bir Hint filmi, Aamir Khan oynuyor baş rolde. İzlemeyen; hemen yarın izlesin bence. Çünkü bu filmi kaçırmak olmaz....


         Filmimi izledikten hemen sonra sen geldin aklıma sevgili blog. Ve işte gördüğün gibi burada, seninle birlikteyim :)
         Bu gecelikte benden bu kadar... Bir yazının daha sonuna gelmiş bulunmaktayım. Görüşmek Üzere....

23 Temmuz 2013 Salı

Topuksuz Olsun Ayakkabı

           İyi Geceleeeerrr...
      Bugün de Ramazan-ı Şerif ayının 14 ünü bitirdik. Artık oruca alıştım diyebiliriz. İlk günler çok susuyordum ama artık vücudumda durumu idrak etti. Şükürler olsun ki vücudumun istekleri ile benim isteklerim hemen hemen aynı olmaya başladığından daha rahat etmiş durumdayım. Onların mutualist bir ilişkileri var, aynı yola baş koymuşlar bana hizmet ediyorlar işte :)
          Efendim, bugünde sadece hanımlardan oluşan bir derneğin iftarındaydık. Şimdi ortam malumunuz sırf bayan olunca, bayanlar arasında tatlı- sert bir rekabet olur özellikle şıklık konusunda. Çünkü her bayanın içinde az da olsa ben en şık olmalıyım duygusu yatmaktadır. Neyse galiba ben de de bu duygu azıcık kabardı mı, yoksa kendimce hadi bir değişiklik olsun mu dedim tam emin değilim. Şık bir kıyafet seçtim gardrobumdan. Ve bir de topuklu ayakkabı giyme gafletinde bulundum. Kendime asıl kızdığım nokta bu aslında, giy bir babet git di mi? Hadi topuklu giydin, bari 14 cm lik giyme. Üstelik son bir kaç aydır topuklu ile hiç yürümemişken. Özgüvenim tüm bu realistliklere rağmen öyle bir tavan yapmış olacak ki; bu hataların hepsini yapmış durumdayım. Şuan da da pişmanım. Çünkü topuklu ayakkabılarla yürürken dengem çok pis bozuldu ve az daha düşüyordum, biri kolumdan tuttu. Bir arada koltukların arasından geçerken iki kişiye takılıp ayaklarına bastım. Ve sonunda kendimde düştüm zaten, anlayacağınız rezil oldum... İşte bu nedenle (bakınız resim)...
            Beni tanıyanlar bilirler, aslında hep spor takılırım. Hatta genelde çok sevdiğim bir kot eteğim vardır, her yere onu giyerim. Ayakkabı olarakta Nike çok konforlu gelir bana, üstüne de bir ceket alırım en rahatından, tamam işte bitti gitti... Ama galiba toplum baskısı böyle bir şey; "bütün kızlar giyer topuklu, sen de giy". Yok arkadaş; ben ekonomik boylu halimle koşar pozisyonda hızlı hızlı yürümeyi çok severim. Lütfen sevgili bayanlar; topuklu giyerek; içimde yatan ama her an dışarı çıkmaya müsait olan o "şıkır kız modelini" depreştirmeyin. Bakın sonra hep böyle şeyler başıma geliyor...
           Gülelim istedim bu yazımda hem de sosyal mesajı da verdim sanırım. Hadi ben kaçtım. Sizlere mutlu Salılar diliyorum...

22 Temmuz 2013 Pazartesi

13. Ramazan

        İyi Geceler Herkeslere..
      İftardan kalktık, tıka basa yemek yemek aman Allah'ım çok fena bir şey. Her gün diyorum kendime, "bak bugün az ye, sonra sen pişman oluyorsun" diye. Ama yok arkadaşım; dayanamıyorum. Gözüm dönüyor resmen...
        Bugün halamın yazlığında iftardaydık. İftar vaktinden çok önce gittik, hem dedik yardım ederiz. Hem de akşam vaktinden önce bahçede ki meyvelerden toplarız...
      Asmanın altında özel olarak ışıklandırılmış kamelyalarda açtık orucumuzu. Sülalemizin küçücük(!) bir kısmı 40 kişi upuzun serilmiş masalarda iftar yaptık. Böylesi de oldukça zevkli. Bir de masanın baş köşesine beni oturttular sağ olsunlar :) tüm herkesi görme şansını yakaladım...
      Günün favori yemeği halamın yaptığı kakuleli ve bademli pilavdı. Tatlıyı Ayşe Teyzem yapmıştı; elmalı turta; hastası olduğum bir tatlıdır kendisi. Nasıl da bilmiş sevdiğimi... 




      Resimde gördükleriniz, yazlıkta ki meyvelerin sadece bir kaçı. Özene bezene, bir çok emekle yetiştirilen bu meyvelerin tatları da çok lezzetli oluyor haliyle. İstanbul da organik meyve bulmak biraz zor olunca, bizde bulmuşuz madem, tadına vara vara yemeye çalışıyoruz...
       Bu gecelik yazacaklarım bu kadar...
      Her yazıda kendimi biraz daha anlatmak, kendimden bir parça daha bırakmak, elimden geleni en güzel şekilde yapmak ve dahi hayatıma renk katmak... İşte bu oluşlar beni halen diri tutmakta bu hayatta. Neyse lafı daha fazla uzatmadan hoşça kalın efendim...





21 Temmuz 2013 Pazar

İftar Sofraları

       İyi Geceler Sevgili Blog Severler;
       Bu gece ki yazımda sizlere hoş bir Ramazan sofrası sereceğim önünüze... 
     Aylardan Ramazan olunca paylaşımlarda genellikle iftar sofralarıyla ilgili oluyor haliyle. Bin bir emeklerle özene bezene kurulmuş yemek masaları, sabahtan akşama kadar misafir için hazırlanmış yemekler, tatlılar... 


       Aslında sadece kuş sütünün eksik olduğu bu masayı sizlere gösterip canınızı çektirmek istemezdim. Ama bu güzel fotoğrafı siz sevgili blog arkadaşlarımla paylaşmadan edemedim.. :) 
    Beykoz sırtlarında, çok sevgili bir aile dostumuzun iftar yemeğiyle kapattık bu geceyi. Enfes boğaz manzarasına öyle bir kaptırmışız ki kendimizi vakit nasıl geçti anlamadık...
    Benim favori yemeğim Beykoz'un meşhur pidesiydi, ama tavuk salatasını da es geçemem. Başa baş rekabet durumdalar. Ablamın ise tabi ki tatlıydı en bayıldığı şey...
    Şu sıra evdeyim, sahura bir buçuk saat falan var ve benim de uyumaya hiç niyetim yok.. Günlük görevlerimi tamamlayınca bilgisayarda araştırma yapmak, yeni bilgisayar programları keşfetmek en sevdiğim hobilerden olunca ev sessizken ben kendimi internetin derinliklerine bırakıyorum arkadaşlar... Görüşmek üzere..



19 Temmuz 2013 Cuma

Kördüğüm Sevgi

       

       
    Masal gibiydi her şey. Daha dün gibiydi. Lise yıllarım... 21 yıllık hayatım boyunca geçirdiğim en güzel dönem. Ve lise biteli 3 sene olmasına rağmen şükürler olsun ki hala devam eden dostluklar...
      Aklımdan gitmeyen yüzlerce anı, birlikte geçirilmiş binlerce dakika... Uzaklarda olmak, görüşememek belki de en zoru, en ağır geleni. Ama şimdi zamana ve mesafelere inat kavuşma vakti...
       Ramazan-ı Şerif ayındayız. Bu mübarek ve şerefli ayın iftarları ve sahurları hepimizin vazgeçilmezleri... İftarlar sebep oluyor; muhabbet bağına bir düğüm daha atmaya, dosta kavuşturmaya... İşte bende geçen akşam iftar yemeğinde kavuştum can yoldaşlarıma. Eskileri yad etmek adına bakılan resimler, lezzetli yemekler, gecenin temel taşlarını oluşturdu. Arkasından gelen sıkı muhabbet ise temele kat çıktı...
       Biz muhteşem beşli ya da yapışık beşizler de diyebiliriz. Bazen telapatik yolla anlaşır, hiç konuşmadan gülmeye başlarız. Hepimizin düşünce yapısı farklı olsa da aslında hepimiz aynıyız.. Vodafone'un sınırsız konuşma paketlerini dibine kadar kullanan ama yine de birbirine doyamayan, beş çift kulağız... İşte biz böyleyiz...
   Benden bir parça daha bırakırken bu satırlara en sıcak gülümsememle koyuyorum yazıma noktayı...Herkese mutlu günler...

18 Temmuz 2013 Perşembe

Yeni Hayat

       Yeni bir gün demek, hayata yeniden adım atabilmek demekmiş. Her günü yaşayabildiğin kadar dolu yaşamak demekmiş. Bunun için de formül; her sabah aynaya bakıp, bugün hayatının son günü demekmiş. Geçmişi silip atmak işe yaramazken geçmişten ders çıkarmak hedefe doğru bir adım daha atmak demekmiş. 
         Demek ki neymiş, dünya da yaşayıp bedel öderken dünyanın manasını da anlamak gerekmiş... Bende bugün yeni bir adım attım. Eski defterlerimi kapattım ama; masamın da en güzel köşesine koydum. Çünkü aynı hataları tekerrür ettirmemek adına zaman zaman onları okumam gerekecek. 
      Hoş geldiniz bloguma kıymetli okuyucularım. Bundan sonraki yeni hayatımda sizlerle birlikte hoş dakikalar geçirip, güzel paylaşımlarda bulunmak ümidiyle...  Şimdilik hoşça kalın...